26 Haziran 2014 Perşembe

Aporetik bir edebi hissiyat: Hasan Ali Toptaş (Bin Hüzünlü Haz, Gölgesizler ve Uykuların Doğusu üzerine bir dibace)


“Zamanın yapıldığı töze ilişkin belirsiz bir sezgiye sahibim; 
çünkü o, geçmişi geleceğe dönüştürendir.” (Borges)
“Toptaş’ın yapıtları belirsizlik, görecelik ve olasılık teorilerine göre işler.” (Yıldız Ecevit)

Postmodernizm bize önemli sorular sorduruyor. Sordurmakla da kalmayıp, uzun süredir bizleri kendi kavramları ve açılımları ile meşgul ediyor. Temsil nosyonunun kaybı ve büyük anlatıların yitimi, modern-ilerlemeci aklın erozyonu, merkezsizlik, öznenin parçalanması, bilinçaltı yolculukları, zaman ve mekânın belirsizleşmesi ve zamanı şimdileştirme gibi pek çok konuda akli sorgulamanın ve felsefi mülahazanın içinde bulunuyoruz.
Bir kere ve öncelikle aklın başkalaşımı üzerine düşünmemiz gerekiyor. Ya da tersten gidip, yaşamın içinde öznenin; öznenin temsil ettiği aklın nasıl bir yönelim içinde olduğunu analiz etmemize yön veriyor postmodernizm. Aklın başkalaşımının nedeni postmodernizm mi, yoksa akıl hakikaten sosyolojik, politik, ahlaki vb. nedenlerle başkalaştı da bunun adına postmodernizm mi dendi, burası müphem. Öyle ya da böyle, aklın bir arayış içinde olduğu muhakkak. Tıpkı Diyojen’in elinde fener kendini araması gibi, akıl, elinde parçalara ayrılmış bilgi yığınıyla kendini arıyor. Postmodernizm buna öznenin yitimi diyor. Biz, öznenin kendini arama ya da kendini var edebilme serüveni/süreci diyelim.
Akıl (elinde kalmış son bilgi kırıntılarıyla) kendini arıyor da nerde arıyor? Yine kendisi gibi parçalı mekânlarda, yitik, dağınık zaman dilimlerinde, bilinçaltı yolculuklarında, kelimelerde arıyor. Arıyor ve fakat bulduğunu söylemek pek mümkün değil. Dahası, aradıkça iyice çıkmaza giriyor, çıkmaza girdikçe çözümsüzlüğe saplanıyor. Postmodernizm yalnızca aklı parçalamakla kalmıyor, onunla birlikte zamanı ve mekânı da dilimlerine ayırıyor. Parçalı bir akıl, parçalı bir mekân ve parçalı bir zaman… postmodernizm bize, bütünlüğü olmayan; olmadığı için bütünlüklü kavranamayan bir dünyadan söz ediyor.
Bu durum, Proust, Joyce ve Kafka ile karşılaştığımızdan beri yadırgadığımız bir durum olmaktan çıktı. Yitik bir zamanın peşinde oradan oraya giden Proust bize bir şey anlattı durdu. Proust’un zamanı, içinde kaybolduğu, kendini aradığı bir özne imgesiydi. Bilincin, altıyla birlikte kırıldığı zamanın içindeki Proust’a bakarak, zamanın da kırıldığını; bu kırılan zamanın, kırılan bilinçle yan yana gelemeyecek mıknatısın aynı uçları olduğunu söylememiz olanaklı. Proust zamanı yakalayamadı. Hep yitik bir zaman avcısı olması bu yüzdendir. Lyotard bu noktada haklı, “Proust, Balzac ve Flaubert’den miras kalan biçimi altüst etmiştir kuşkusuz: Şöyle ki, kahraman bir kişilik değil, o zamanın iç bilincidir.”[1]
Joyce daha farklıydı. O, zamanı bilinçaltı yolculuğuyla yakalamaya çalıştı. Kaybolmuş, yitmiş bir zaman algısı içinde aydınlanmanın özne-temsil nosyonu, Joyce’un Ulysses’i için çoktan anlamını yitirmişti. Homeros’un Odysseus’u ile Joyce’un Ulysses’i arasında ölmüş bir zaman vardı ve her ikisi de ölmüş zamanın ölmüş iki yitiğiydi. Şimdinin Ulysses’i, geçmiş ve yitip gitmiş zamanı ancak bilinç dışı bir yöntemle kavramaya çalışır. Bu durumda Ulysses’in zaman dışına çıkması kaçınılmazdır. Joyce’un, Homeros’un altını oymasının nedeni budur. Büyük bir savaşın içinde kaybolmuş olan Odysseus, hiçbir zaman Penelope’sine ulaşamayacaktır. Çünkü ne bıraktığı Penelope eski Penelope’dir, ne geçen zaman eski zamandır. Bu durumda geri dönülecek bir yol kalmamıştır Odysseus için. Homeros’un Odysseus’u antik yunan kahramanları arasında gezindi durdu. Joyce ise modern çağın yitik kahramanları (Stephan Dadalus ve Leopold Bloom) arasında. Homeros’un Odysseus’u coğrafi bir yolculuğa çıkmıştı, Joyce’un Ulysses’i yolculuğunu içeriye yapıyordu. Her ikisinde de bir gezme eylemi var fakat işlem, işleyiş ve imge başka. Modern zamanların Odysseus’u ancak Ulysses olabilirdi, Joyce da bunu yaptı.
Bu durumun, Zenon’la barışık bir algı olduğuna şüphe yok. Zenon, kaplumbağa ve tavşan metaforundan felsefi yönergesini açıkladığında bir sorunu da açıklamış oluyordu. Kayıp zamanın yakalanıp yakalanamayacağı. Zenon’a göre yakalanması imkân sınırlarında değil. Her açıdan yitik bir zaman var. Tavşan ne yaparsa yapsın aradaki zamanı hiç kapatamayacak ya da kaplumbağayı yakalayamayacak. Burada Zenon’cu absürdizmi tartışmak yerine ekseni kaydırıp, Zizek’in, Zenon’un bu metaforuna yaptığı Lacan’cı okumaya çubuk büküyoruz. (ki kendisi paradoks diyor ve bu paradoksa yamuk bakmak gerektiğini imliyor.) Zizek’e göre, Lacan’cı bir perspektifle bakıldığında bu metaforda “edebi göndermelerin içeriği”[2] saklı. Zizek’in sözünü ettiği edebi içerik, özne ile arzu arasında hiç yakalanamayacak olan nesne-nedeni ilişkisinin bir tezahürüdür. Nesnenin ulaşılmazlığı ve öznenin çaresizliği “hoş” bir edebi göndermedir Zizek’e göre. Zizek’in bu çıkarımını genişletmek olası. Eğer özne ile nesne arasında bir etkileşim, tanımlanma ve bağlanma sorunu doğuyorsa, öznenin temsil etmeye çalıştığı edebi nesne nasıl tarif edilecektir? İlkin bu, gerçekliğin başkalaştığını, öznenin ise bu başkalaşım karşısında bir açmazda olduğu sonucuna eriştirir bizi. İkinci, başkalaşmış nesne ve başkalaşmış nesne karşısında çaresiz, çıkışsız bir özne, çaresiz ve çıkışsız bir edebi yönelimi doğuracaktır. İşte edebi anlamda asıl paradoks budur. Ki, Zenon’cu metafora geri dönersek, bu, tavşan için trajik bir durumdur. Zenon’la Postmodernizm arasındaki köprü böylece kurulmuş oluyor. Postmodernizme göre tavşanın kaplumbağayı yakalaması çok mümkün görünmüyor. Dahası, kayıp zaman yakalanabilecek gibi değil diyor postmodernizm. Bu, postmodernizm insanı için de trajik bir durum. Hep bir belirsizlik içinde kalmak ya da hep bir aporia içinde yolunu aramak…
Kafka işte bu noktada karşımıza çıktı ve modern insanın trajedisini, modern aklı paralize ederek ele almayı tercih etti. Zamanın içinde kaybolmuş ya da başkalaşmış özne, müsebbibi olduğu zamana, Yıldız Ecevit’in isabetli tespiti olan “Groteskle”[3] yaklaştı Kafka’nın romanlarında. Modern çağın Rabelais’i Kafka ise, Gargantua’sı da Gregor Samsa oldu. Modern çağ ise adeta karanlık bir Şato idi. Başkalaşmış nesne, özneyi de başkalaştırdı. Kafka metinlerinin altındaki grotesk üslup, bir yandan modern insanın trajik durumunu resmederken öte yandan metnin anlam düzleminde de sarsıntılar yarattı.
Bu noktadan bakıldığında hem Kafka, hem Joyce ve hem de Proust erken postmodernistler olarak postmodern anlatının köşe taşlarını döşemiş oldular. Şimdi işte o köşe taşlarının dibacesini anlatmaya geldi.
Bir Borges masalı bu hususta bize yardımcı olabilir. Aynaların dünyası ile insanların dünyası arasındaki savaştan bahsettiği metaforik anlatısına göre, aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı olmadığı bir çağda bir gece ayna halkı dünyayı işgal eder ve çıkan savaş sonunda Sarı Sultan’ın büyü gücüyle ayna halkı hapsedilerek cezalandırılır. Ceza öğreticidir. Bundan böyle ayna halkı insanların hareketlerini taklit edecek, insanların yansıması olacaktır. Bu anlatıyı, “ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı özgürlüğüne kavuşacaktır”, diye de bitirir Borges.[4]
Borges’in bu meselinden yola çıkarak klasik anlatıyı, ayna ile özne (aynı anlamda, özne-nesne temsil nosyonu) arasındaki ilişki düzleminde ele aldığımızda, dibacenin prizmasını da genişletmiş oluruz. Aynaya bakan herkes orada kendi tümel ifadesini görecektir. (Althusser’in ideoloji bağlamında ele aldığı konu budur tam da. Hayali temsildir.) Aynanın kırılıp, kırılan aynaya bakan öznenin de parçalara ayrıldığını düşündüğümüzde ortada klasik anlatı da kalmayacaktır. Kırılmış ayna karşısında yüzlerce kendi imgemizle karşılaşırız. Her bir imge bizizdir ancak hiçbiri birbirine benzemez. Dolayısıyla aslında gördüğümüz artık biz değilizdir. Bizden yansıyan biz parçacıklarıdır hepsi. Kafka’nın insanlarının içinde yaşadıkları atmosferi hatırlamakta yarar var. Özne ya metamorfozla dönüşmüştür ya da karanlık bir dünyada izini kaybetmiş, çıkmazda kalmıştır. Gerçek parçalanmış yahut başkalaşmıştır. Dolayısıyla her bir parça(mız) ile yaşadığımız ilişki de başka olacaktır. İşte postmodern anlatı geleneğinin tezahürü bu parçalılık ilişkisinde anlam kazanır. Klasik anlatı, ayna ile öznenin bütünsel ifadesiyse, postmodern anlatı, öznenin, parçalanmış ayna karşısındaki parçalı ifadesidir. Postmodernizme bakılırsa ayna halkı özgürlüğüne kavuşmuş, insanı taklit etmekten azad olmuş durumdadır. Edebi anlamda yaşanılan bir temsil krizidir. Peki krizi yaşayan nedir ya da kimdir? Temsil edilen (yani nesne) mi, temsili gösteren (yani özne) mi? İşte çözümsüzlüğün yaşandığı yer burasıdır.

Aporia edebiyatı
“Eski” edebiyat temsil ettiğine benzerlikle meşruiyet kazanıyordu ve bu temsil durumunda asal belirleyici temsil edilen nesne idi. Temsil edilen nesne gerçeklik taşıdığına göre bu gerçekliği yansıtan ürün de gerçekçiydi. Dolayısıyla amaç ‘gerçekliğin’ bir düzlem ekseninde yansıtılmasıydı. Edebi alanda krizin patlak verdiği nokta, temsil edilen nesnenin değişiminde yaşandı ve toplumsal nesne (yani temsil edilen) anlaşılabilir olmaktan, bütünsellikten uzaklaşarak parçalandı. Öznenin, nesne ile arasına giren sosyolojik, politik ve ahlaki yıkım, öznenin, nesneyi bütünüyle kavramasının önünde inançsal ve akılsal bir uçurum oluşturdu. Adorno’nun tabiriyle, bütün gerçek olmaktan çıktı. Nesnenin temsilinden, nesnenin düşünülmüş biçiminde temsiline doğru evrimin başladığı yer burasıdır. Nesnenin temsil edilebilir olmaktan çıkması, temsilin öznesini de başka tür arayışlara itti. Gerçekliğin farklılaşması, farklı anlatı biçimlerini doğurdu. “Yeni” edebiyat, parçalanmış gerçeklikle parçalanmış bilincin buluştuğu bir bilinçaltı okuması olarak ve sezgiyle şekillendi.
“Yeni romancı, gerçeği, bir modeli örnek alarak yansıtmıyor, onu baştan yaratıyordur. Bu yaratma ediminde sanatçının yapabileceği tek şey; yakalayabildiği gerçek parçacıklarını, düşlerini, bilincinin/bilinçaltının kıvrımlarından bulup çıkardığı malzemeyi biçimlendirmektir.”[5]
Yeni roman kültürü uyumdan uyumsuzluğa, akılcılıktan aklın sorgulanmasına, içerikten biçimsel varoluşa yönelen evrimsel bir süreç geçirdi. Çıkışsız, kaotik ve müphem gerçekliği tanımlayabilmek için aynı kavramlardan hareket etti ve çıkışsız, kaotik, müphem bir edebiyat geliştirdi. Roman anti romana, kahraman anti kahramana dönüşerek gerçekliği çözümsüzlük, çıkış yoksunluğu içinde açmazlarla ördü. Belirsizlik ilkesinin, merkezsiz varoluşun, anlam çokluğunun bir arada olduğu yeni roman kültürü, düşle gerçeği, varlık ve yokluğu, zamanı şimdileştirmeyi kurgu, özgönderimsellik ve metinlerarasılık ekseninde işleyerek, münhasır bir poetik çehre yarattı kendine. Biz bu yeni edebi biçime, Derrida’dan apardığımız kavramla, Aporia[6] edebiyatı diyeceğiz.
Aporia, çözümsüzlük, çıkışsızlık, ya da içinden çıkılmaz bir durum karşısında ne yapacağını bilememek tanımlarına denk geldiği gibi, çelişkili bir birlikteliğin oluşturduğu durumlarda yaşanan kararsızlık ve belirsizlik olarak da tanımlanabilir ki, bu girizgâhın müsebbibi olan Hasan Ali Toptaş’ın anlatıları bütünüyle bu tanımı hak edecek bir muhtevaya sahip. Onun metinleri postmodernizmi tekrar tekrar zikretmemize neden olacak fenomenolojik durumlar yaratıyor. Okunması kolay ve haz verici ama çözümü zor, içinden çıkılması güç, tüketilmesi meşakkatli, açmazlarla dolu çıkışsız anlatılar kuruyor Toptaş. Böylesi bir açmazı çözüp bir çıkış yolu bulabilmek için ise felsefi mülahazalara, retoriklere başvurmayı tetikliyor. Arabanın düz bir yolda keyif ve hazla ilerlerken aniden kasis ve çukurlarla dolu ters bir yola girip, soluğu çıkmaz bir sokakta ya da çok çıkışlı ama sonu belirsiz yollarda almasına benziyor. Sonuç: çözümsüz, çaresiz ve çıkışsız kalmak. Bu bir Aporia.
Onun kalemi kelimelerden kelimelere, zihni imgelerden imgelere, düş gücü masaldan masala, epistemolojisi varlıkla yokluk arasında dolaşıyor. Öznesi ve nesnesi müphem, bütünüyle gölgesiz, merkezsiz ve ontolojisiz edebi anlatılar içinde dolaşıyor Toptaş. Bütün bu dolaşmaların içinde yazarın yanında hep hayali biri oluyor. Ya da yazar kendini birinin yanında var etmeye çalışıyor. Bu Bin Hüzünlü Haz’da Alaaddin, Gölgesizler’de Cıngıl Nuri, Uykuların Doğusu’nda Haydar oluyor. Okuru, yüzyılın başında önce modernistlerin ardından da postmodernistlerin sorduğu sorularla karşı karşıya bırakıyor: Özne nedir, kimdir, nerededir, ne haldedir, edebi anlatıdaki yeri neresidir, edebi anlatı nedir, edebiyatta anlam nedir ve nihayet edebiyat nedir? Sonuç: yine Aporia.
Toptaş’ın metinlerinin odağında bir varoluş ya da yokoluş sorunsalı var hep. Hem felsefi manada ve hem de “olduğu gibi olan” anlamında. Daha doğrusu varlık problematiğini bir problematik haline getirerek ontolojisizlik durumu yaratıyor; gölgesi olmayan metinler üretiyor Hasan Ali Toptaş. Hem anlatı düzleminde, hem de anlatan düzleminde bir yok-metin oluşumuna olanak tanıyor. Olduğu gibi olan, işte bu ontolojisizlik durumunda ortaya çıkıyor. Bu durumda ortaya yalnızca aporetik bir edebi söylem çıkıyor. “Hikâyeden çok hikaye görme arzusuna benzeyen, belli belirsiz küçücük küçücük hikayeler… Soluk alıp verişleri yok, duruşları yok, okunuşları yok gibi(ydi)”[7] anlatanı ve anlatılanı olmayan, çözümsüz, çıkışsız, müphem bir edebi söylem…
Öncelikle durumu tarifte yarar var. Ortada Alaaddin isimli, kim olduğu belli olmayan yok bir kahraman bulunuyor. Ve aslında bulunmuyor. İkinci olarak; bu yok-kahramanı arayan “var” bir anlatıcı var. Kesişme noktası ve üçüncü olarak; bu yok-kahramanı arayan, “var” anlatıcının öykülerin, masalların, kelimelerin peşinden giderek ortaya çıkardığı hüzünlü ama haz veren bir anlatı var.
Bin Hüzünlü Haz’ın varlığı yokluğu belli olmayan müstesna kahramanı Alaaddin, yitik bir zamanın peşine düşmüş ya da zamanın içinde yitip gitmiş kayıp bir zaman avcısı olarak kendini arıyor. Alaaddin kendini ararken yazar da, kendini arayan Alaaddin anlatısı içinde, Alaaddin öznesine hayat veren yazarı (kendini) arıyor. Arayış çift yönlüdür. Birbirlerini bulduklarında tamamlanacak yapboz gibi belirsizlikle kurulmuş bir öykü yumağı. Özne ve nesne iç içedir. Dahası özne ve nesne belirsizleşmiştir. Kimi zaman özne Alaaddin oluyor kimi zaman anlatıcı-Ben. Yazar (yani özne), Alaaddin (yani nesne) içinde yolunu kaybetmişken, nesne de, varoluş nedeni olan özne anlatısı içinde çıkmaz sokaklarda çözümsüzdür. Kayıptır. Yoktur. Belirsizlik burada başlar. Özne olan anlatıcı-Ben nesne olmaya, nesne olan Alaaddin ise nesneyi peşinden sürükleyen özne olmaya dönüşür. Alaaddin nasıl çıkmaz sokaklarda kayıp ve yok ise anlatıcı-Ben de kayıptır, yoktur. “Ya serap görmektedir ya da kendi masalının içinde yaşamaktadır.” (48) Bu yüzden çıkışı, varolma isteğini, gölge yaratma arzusunu hikâyelerde, masallarda, kelimelerde aramaktadır. Bu aporetik durum ortaya bir değiş tokuş pratiği çıkarmaktadır. Yazıyı seçen bir yazar ve yazarı seçen bir yazı. Hem yazan hem yazılan. Hem kitabın öznesi hem konusu. Yazar ve Alaaddin iç içe geçmiştir ki bu yüzden “Yeni yeni kendi soluğuna kavuşan anlatının hızı anlatılacak hikâyenin” (64) önüne geçmiştir. “Postmodern Durum” savcısı Lyotard’a hak vermemek elde değil.
“Postmodern, modernin içinde gösterilemezi, bizzat gösterimin kendinde öne çıkarandır; uygun formların tesellisi ile imkânsızın nostaljisini hep birlikte yaşamaya elveren beğeni konsensusunu reddedendir; yeni gösterimleri, tadını çıkarmak için değil, ama gösterilemezin varolduğunu daha iyi hissettirmek için araştırandır.”[8]
“Gösterilemezin varolduğunu hissettirmek” tespiti önemli. Bu aporetik durum hüzünlüdür ama aynı zamanda haz da verir yazara ve okura. Başkalaşmış gerçek, başkalaşmış ve bölünmüş bir bellek yaratmaktadır. Bu nedenle, “Belleği bu sokaklardan oluşmuş” (48) bir yazarın, serabın peşinde koşarken ya da masalın içinde yaşarken ontolojisizliği kelimelerle anlatmasından daha kaçınılmaz bir durum olamaz zaten. “Böylece, aslında hiçbir zaman hiçbir yere gidilmiyor da, yalnızca gidilmiş gibi olunuyor. Ancak kelimelerle gidiliyor ya da, kalınacaksa kelimelerle kalınıyor, kelimelerle yaşanıyor, kelimelerle gülünüyor, kelimelerle ağlanıyor ve sonunda gene kelimelerle kös kös geri dönülüyor…” (35)
Anlatılırmış gibi yapılan ama anlatılamayan, gidilirmiş gibi yapılan ama gidilemeyen, çözülürmüş gibi görünen ama çözülemeyen ve ancak gösterilemezin varolduğunu hissettiren bir yazı pratiği ile karşı karşıya kalınması bu yüzdendir.
Bu bir Aporia. Aporia, çünkü ortada ne bulunabilecek bir Alaaddin var ne de Alaaddin’in yaşadığı bir zaman-mekân dilimi. O kayıp ve hatta hiç olmayan bir zaman. Ayna karşısında parçalara ayrılmış bir zaman dilimsizliği ya da mekân bütünsüzlüğü. Alaaddin de tıpkı anlatıcı-Ben gibi “belleği bu sokaklardan oluşmuş” bir muzdarip. Bu yüzden anlatıcı-Ben, Alaaddin’i hiçbir zaman bulamayacak ve tavşanın kaplumbağayı hiçbir zaman yakalayamaması gibi, Alaaddin’in zamanında kaybolacak bir aporia olmaya yazgılıdır. Anlatıcı-Ben ne kadar Penelope’ye ulaşamayacak bir Odysseus’a benziyorsa, Alaaddin de Kafka’nın başkalaşmış ve müphemleşmiş insanlarına benziyor. Ortada bir varoluş pratiği varsa şayet, bu, gösterilemezin varolduğudur. Gölgesizliktir. Çünkü Alaaddin, “un ufak parçalanmıştı da, kimse kendisini bulamasın ve bilemesin diye, tıpkı güzellik ya da çirkinlik gibi bütün insanların varlığına biraz biraz dağılmıştı(r) sanki.” (52)
İşte okurun karşı karşıya kaldığı bir açmaz. Bir çıkmaz. Bir çözümsüzlük anı. Yalnızca okurun mu? Pek öyle değil. İşte Bin Hüzünlü Haz’zı bu oluşturuyor: Yazarın da kendini belirsizliğin, çözümsüzlüğün ve çıkışsızlığın içine bırakması…
“Bütün bunların hiçbiri olmaz da, siz neden anlatıldığını bile unutup belki yalnızca hikâyeyi izler ve kendinizi tıpkı benim gibi, onsuz süren onun akışına bırakırsınız” (104)
Gölgesizler metninin iz düşüm pratiği Bin Hüzünlü Haz’dır. Orada gölgesiz bir metin, gölgesiz bir özne, gölgesiz bir durum daha belirgindir. Romanın ismi bu yüzden Gölgesizler’dir. Durum nedir? Köyün birinde birileri aniden kaybolur. Sonra kayboluşlar peşi sıra gelir. Güvercin, Muhtar, traş bıçağı almak için gidip gelmeyen berberin çırağı. Hepsi kaybolur. Nedensizdir. Kaybolan kişiyi aramaya giden herkesin teker teker kaybolduğu ve sanki buharlaşıp yok olduğu kara bir durum çıkar ortaya. Kayboluşlar nedensizdir ama nedensizliğin önemli bir nedeni bulunuyor. Çünkü “Herkesin, asla göremeyeceği halde görmek istediği kayıp bir yüzü vardır.”[9] Tam Kafkaesk bir durum. Belirsizlik ve ontolojisizlik bütündür. Söylem ve epistemoloji, nedensizlik, olamama hali ve öznesizlik üzerine yükselmeye başlar. Bu, kayboluşu bir arayış edimidir yahut gölgesizliğin peşinde koşmadır. Öyledir, çünkü “her yer derinliği bilinmeyen bir boşluktu(r), her şey sonsuz bir karanlık(tır.)(169) Bu yüzden Gölgesizler bütünüyle varlık yokluk sorunsalı üzerine kurgulanmış aporetik bir metindir. Öyledir zira ismiyle müsemmadır. Gölge, varlıkla ilgili bir çıkarımdır. Somutluk gerektirir. Bir şeyin gölgesi vardır hep. Gölgesiz bir durumdan söz ediliyor ise bu durumda nesnesizlikten; yokluktan da söz ediliyor demektir. O halde karşımıza çıkan anlatıda yokluk anlatılıyor demektir ki Hasan Ali Toptaş’ın kelimelerinden anladığımız kadarıyla tam da yokluk sorunu anlatılmaktadır. Gölgesiz kahramanın, “Bütün bunları fark edemediğimize göre yoksa biz de mi yokuz?(107) diye sorması pek de yersiz değil. Oldukça haklı bu soruyu sormakta. Çünkü anlatı bütünüyle gölgesi olmayan bir nesneler ve/veya özneler bütününden söz ediyor ki, sözü edilen şey, sözde nesne ve/veya özne olmaktan öteye gidemiyor. Ve aslında anlatı içindeki her şey nesne-özne olma yetisini kaybediyor. Cıngıl Nuri, “Ben daha bulunmadım ki… yokum ben! İstiyorsan belgesini göstereyim” (127) diyorsa çift yönlü paradoks açıklanıyor demektir. Bunu söyleyen bir özne vardır ama aslında yoktur. Çünkü elinde yok oluşun belgesini saklamaktadır. Oysa belge varlığı simgeler, yokluğu değil.
Anlatı isminin “Gölgesizler” olmasının tesadüf olmadığını varsayarsak, var olan yalnızca yazarın zihnindeki imgeler toplamıdır. Zihinde vardır ama gerçekte yoktur. Tasarımdır ve tasarımda olanın gölgesi olmaz. Ortada somut bir varlık değil, soyut, zihinde tasarım halinde bir varlık vardır. Bu noktadan bakıldığında aslında varlık vardır demek zordur. Romandaki varoluş biçimi, yokoluş üzerine kurgulu bir varoluştur. Hayalidir. İmgeseldir. Tasarıdır.
Bin Hüzünlü Haz’ın bütünsel iz düşümü Gölgesizler’dir. Ve aynı zamanda Bin Hüzünlü Haz, Gölgesizler’in gölgesi olarak aporia’yı tamamlamaktadır. Bu durumda aporia’dan iki türlü çıkış mümkün olmaktadır. Bir, “her yer derinliği bilinmeyen bir boşluk ve her şey sonsuz bir karanlık” olduğuna göre geriye salt gösterilemezin varlığını gösterme durumu kalmıştır. Ki bu anlatının kendisidir ve gölgesizdir. İki, “boşlukta ve sonsuz karanlıkta” olan her şey ebedi tekerrür olarak aporia’yı besleyecek yeni bir aporetik durum demektir. Ki bu da haz vermesinin yanında hüzünlü bir çabadır. Berberle, Adam’ın sonsuz bir karanlıkta kurdukları diyalogun boşlukta asılı duran monologa dönüşmesinin başka ne izahı olabilir ki?
“Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor…”
“Tekrarlardan değil, tekrarların tekrarından” (48)

Ebedi tekerrür…
Böylece artık okurun, sürecin gözlemcisi, tanığı olduğu aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Nedensizlik, olamama hali (varlık-yokluk) ve öznesizliğin (müphem bir özne, merkezsiz bir anlatı, ontolojisiz bir edebi pratik), Hasan Ali Toptaş’ın söylem ve epistemolojisinin ana damarını oluşturduğunu yukarıda belirttik. Bu söylem ve epistemolojinin yarattığı aporetik durum, ebedi tekerrürü besleyen yeni bir aporia oluşumuna olanak tanır. Tekrarın tekrarını, bu anlamıyla okuru aporia’ya tanık etme, yazılana gözlemci kılma durumu olarak okumamızda bir beis bulunmuyor.
Toptaş, “hikâye anlatma sanatı, zamanın içinde kaldığımız sürece varlığını hep devam ettirecektir”[10] diyor. Bu durumda bizden ebedi tekerrür ve zaman arasında bir ilişki kurmamızı istiyor. Zamanın, dışına çıkılabilecek bir olgu olmadığını ancak anlatmak istediğimiz hikayede geçmiş bir durumdan söz ettiğimiz ve bu söz etme durumunda ise nostaljik bir okuma yaptığımızı biliyoruz. Dolayısıyla nostaljik okuma, dışına çıkılmış zaman imgesi olarak geçmiş ya da kayıp zamanın peşinden gitme, geçmişe düşünsel bir kaçma eylemi olarak anlam kazanıyor. Yalnız bu değil; geçmiş zamanın peşinden koşma aynı zamanda geçmiş zamandan çok şimdiyle de ilgilidir. Bugün yaşan(a)mayan bir idealin, hayalin, geçmişte aranılan bir prototipi, bugün gerçekleş(e)meyenlerin geçmişe yansıtılmasıdır da. Ancak zamanın içinde kalmak istiyorsak ki hikâye anlatmak için bu elzemdir, bu durumda karşımıza başka aporialar çıkmaktadır. Zamanı nasıl şimdileştireceğiz ya da anlatacağımız hikâye “oluş” durumunda nasıl olacak? Bu durumda anlatı zamanı ve anlatılan zaman arasında bir korelasyon kurulmalıdır ki şimdiye, oluş halinde olmaya gidilebilsin.
Buradan başka bir yere daha gidiyoruz. Nietzsche’ye. Nietzsche’nin, “aynı nehirde yıkanılamayacağını” belirten Heraklitos’a gülümserken, diğer filozoflara burun kıvırması pek de tesadüf değil. Geçmiş zamanın yakalanamayacağını (tavşan ve kaplumbağa metaforu), ancak ve ancak geçmiş zamanı şimdileştirme yoluyla bir “varlık” yaratılabileceğini anlıyoruz. Çünkü geçmiş, bu noktada bir “yok oluştur” ve Nietzsche’yi dinleyecek olursak eğer, “yokoluşun olumlanması, ‘varlık’ kavramını kökünden yadsıyarak ‘oluşa’ evet deyiştir.” Yokoluşu olumlayan Nietzsche, sonsuz bir ‘tekrar-oluş’tan söz etmektedir. Nietzsche’nin bengi dönüş ya da ebedi tekerrür düşüncesi varlık sorunsalını ortadan kaldırır. Ona göre “oluş-halinde olmak” varlık adına söylenebilecek tek şeydir. Çünkü oluş-hali, sürekli bir tekrar; yok olanın yeniden başlamasıdır.[11] Bu eksende bitişin önüne bitmemişliği, sürekli olacak olanı çıkarır Nietzsche.
Nedir bu? İşte anlatı zamanı ile anlatılan zamanın performatif birliği; zamanı şimdileştirme bu noktada anlam kazanmaktadır. Anlatılan zaman, anlatı zamanı içine yerleştirilerek ebedi tekerrür büyütülür, anlatılan zaman, anlatı zamanı içinde şimdileştirilerek ebedi tekerrür beslenir ve “oluş halinde oluşu” doğurur. Anlatı zamanı, anlatılan zamanın önüne geçerek, zamandan kurtulmuş gizil bir anlatı yaratılır. Okur, yalnızca sıradan bir okuyucu değil, sürecin gözlemcisi, özün yansıtıldığı durumun hâkimidir. Bir anlamıyla da yazar ve okur birlikte yazan, anlatılan zamanı birlikte gözleyen olmaktadır. Gölgesizler’de karşımıza çıkmıştı bu: değiş tokuş pratiği. Yazıyı seçen yazar ve yazarı seçen yazı. Hem yazan hem yazılan. Ya da, kendi metnine dışarıdan (okurla birlikte) bakan bir yazar…
“Haydar gene pat diye geldi, pencerenin dibinde durdu. Ben de elimde kalem… bir zaman öylece baktım. Bakarken, cama yansıyan yüzümün görüntüsü gitti, bir an için Haydar’ın yüzüne karıştı tabii. Karışınca da, ister istemez ben kendime dışarıdan bakıyormuş gibi oldum.” (130)
Uykuların Doğusu bunun sonudur. Metin bütünüyle bir değiş tokuş pratiğidir. Anlatı zamanının, anlatılan zamanın önüne geçerek, geçmişi anlatı zamanı içinde şimdileştirdiği; okurla birlikte kurulan bir yazı pratiğine dönüştüğü ebedi tekerrür romanı. Analepsist bir metin.
Karşımızda, hikâye yazmaya çalışan ama ne yazması gerektiği konusunda kafası belirsizliklerle dolu bir adam var. “bir gölge gibi masaya doğru yeniden yürüdüm.” diyerek ilk cümlesini yazan ama öncesi olduğuna dair de önemli ipuçları sunan bir adam. Yazar. Okuyucuda, yarım kalmış bir cümle hissi uyandıran bu giriş, bir arayış ve oluş halini bildirir. Zaman ya da anlatı zamanı şimdidir. Romanın öncesi yoktur ama kahraman “masaya doğru yeniden yürüyerek” yazacağı romana başlayacağının sinyalini verir. Masaya yürüme ediminin “yenidenliği” bir romanın başlangıç cümlesi olması açısından paradoks olarak görülebilir. Demek ki bunun öncesi bulunmaktadır. Bu yürüme eylemi birkaç kez yinelenmiştir ve yazılacak konu bulunamadığı için başarılı olunamamıştır. Romanın yazar kahramanı, öncesine dair olan edimlerini romanın ilerleyen bölümlerinde göstermek için okuru Proustvari bir ustalıkla sona doğru yönlendirir. İlerleyeceğimiz yer anlatılan zamandır. Okuyucunun geçmişin belirsiz sularına çekilmesi uzun sürmez. Anti-kronolojik kurgu okuru içine çeker, metnin gözlemcisi, tanığı ve nihayetinde yazanı haline getirir. Anlatı zamanının, anlatılan zaman içinde kaybolmaya başladığı ya da anlatılan zamanın, anlatı zamanına montajlanarak şimdileştirildiği metin çıkmıştır ortaya. Yazara, “asıl hikâyeyi çoktan bırakmışım da, bana asıl hikâye suretinde görünen başka bir şeyi yazıyormuşum hissine de kapılıyorum kimi zaman” (130) dedirten bir akıştır bundan sonrası. Anlatının veçhesini ise Haydar’ın, yazarın bu lafına karşılık söylediği söz oluşturur: “Bu durumda hikâye sana sonsuzmuş gibi mi görünüyor…” (130)
Okurun, artık salt okur değil, yazarın analepsist okumasının gözlemcisi, tanığı, metnin tamamlayıcısı olduğu an, hikâyenin de “oluş halinde” ebedi tekerrür ettiği bir metindir açığa çıkan. Romanın sonuna gelindiğinde öncesine dair bilgileri edinen okur, oluş halinde olan ve aslında hiç bitmeyerek, sürekli “yeniden yürüyecek” olan yazarın metniyle karşılaşır. Romanın sonunda yazar, yazacak bir hikâye konusu bulmuştur kendisine. Yazarın ve aslında romanın kahramanı olarak kendisini anlatan H. Ali Toptaş’ın, son derece trajik bir sonla ölen sofistike dayısı, hikayenin konusu olacaktır. Yazılacak hikâyeyi bulduğu yer romanın son cümlesidir ama roman bitmiştir. “Sonra, dayımın hikâyesini yazabilmek için kalktım, sendeleye sendeleye, ürkek” (229) Roman bitmiştir ama bu son cümle tamamlanmamıştır ve Toptaş, cümleyi tamamlamayı okura bırakarak, yaptığı ironik kurgu içinde okuru başa doğru yönlendirir: “Sonra, dayımın hikâyesini yazabilmek için kalktım, sendeleye sendeleye, ürkek / bir gölge gibi masaya doğru yeniden yürüdüm.” Böylece okur hiç bitmeyecek olan bir romanla karşı karşıya bulur kendini. Okur artık, bu ebedi tekerrür ve aporetik hissiyat içinde sürekli gidip gelecektir. Toptaş anlatılarının genel veçhesini ise dayısı söylemektedir: “görünmeyeni anlatmak hüner değildir, tam tersine görünmeyeni görünür kılacaksın Hasanım Ali.” (213)
Toptaş’ın, dayısının sözünü tuttuğu, onun lafından çıkmadığını anlamak ise zor olmasa gerek.
 Aralık 2009
(Birikim Dergisi)

[1] Necmi Zeka, Postmodernizm: Jameson, Lyotard, Habermas, (İstanbul: Kıyı Yayınları, 1990), S. 57.
[2] Salovaj Zizek, Yamuk Bakmak, Çev: Tuncay Birkan (İstanbul: Metis Yayınları, 1999), S. 16.
[3] Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), S. 45.
[4] Aktaran Necmi Zeka, age. S. 8.
[5] Yıldız Ecevit, age. S. 38.
[6] Derrida bu kavramı, Platon’dan başlayan batı felsefi geleneğiyle hesaplaşma içinde yaratmıştır. Batı metafizik geleneği Platon’dan başlayarak karşıtlıklar eksenli bir merkez/uyum yaratma uğraşısı içinde olmuşlar ve anlamı, yaratılan karşıtlıklar üzerinden tanımlamışlardır. Oysa Derrida’ya göre anlam tamamlanabilen bir şey değil, sürekli başka göstergelerle tanımlanabilecek bir şeydir. Bu sonsuz bir edimdir. Yapı, tamamlanan bir olgu olmadığı için de söküme uğratılmalıdır ve karşıtların bir arada olduğu uyumsuz bir durum olarak ele alınmalıdır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev: Abdülbaki Güçlü, (Ankara: Bilim ve Sanat yayınları, 1993)
[7] H. Ali. Toptaş, Bin Hüzünlü Haz, (İstanbul: Doğan Kitap, Ekim 2007), s. 50. [Romandan yapılacak alıntılar bundan sonra alıntı yanında sayfa nosu ile verilecek.]
[8] Lyotard’dan aktaran Necmi Zeka, age. S. 57.
[9] H. A. Toptaş, Gölgesizler, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2008), s. 103. [Alıntılar sayfa nosu ile verilecek]
[10] H. A. Toptaş, Uykuların Doğusu, (İstanbul: Doğan Kitap, Eylül 2005), s. 123. [Alıntılar sayfa nosu ile verilecek]
[11] F. Nietzsche, Ecce Homo, Çev: Can Alkor, (İstanbul: YKY, 2001) s. 54.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder