5 Temmuz 2014 Cumartesi

Türk sinemasını kış uykusundan uyandıracak bir anlatı: Kış Uykusu

İtiraf edeyim, Nuri Bilge Ceylan’ın sıkılmadan izlediğim tek filmi Bir Zamanlar Anadolu’da idi. Ama Kış Uykusu’na giderken aklımda bu film değil daha çok Uzak, Mayıs Sıkıntısı, İklimler ve Kasaba filmleri vardı. Filmin süresine baktım, 3 saat 16 dk. Gözümün önünden bu filmler geçti. Yine mi sıkılacağız? Hem de 3 saat 16 dakika. Hatta yine itiraf edeyim, salona girene kadar ayaklarım geri geri bile gitti. 3 saat Uzak gibi (hadi Uzak’ı eleyelim) Mayıs Sıkıntısı gibi Kasaba gibi hele hele İklimler gibi bir film izlenmez çünkü.

Koltuğa oturduğumda hala çıkma şansım vardı. Eğer sağımda solumda oturanları rahatsız edeceğimi düşünmesem verdiğim paraya acımayacak ve çıkacaktım. Ben bunları düşünürken işte, film başladı. İlk kare: Son derece basit bir görüntü. Her zamanki Nuri Bilge Ceylan fotoğrafı. Aydın isimli karakteri canlandıran Haluk Bilginer Kapadokya’nın eşsiz güzellikteki vadi eteğinde durmuş düşünceli bir halde boşluğa bakıyor. Sonra anladım, bakmıyor. Oraya mantar toplamaya gelmiş. Bakışında, duruşunda yalnızlık, sıkıntı vs elbette var. Ama ondan da öte bir horlanmışlık, kendini kendine bile kabul ettiremeyen insanın çaresizliği ve bilinemezliği var. Benim gibi Nuri Bilge Ceylan filmlerine önyargıyla giden bir seyirci için iyi bir şeyle karşı karşıya olduğunuza dair önsezilerinizi harekete geçiren bir ilk sahne bu. O kareye bakarken (belki edebiyatla daha fazla haşır neşir olduğumdan) aklımdan geçen şuydu; bir romanın etkileyici ilk cümlesi gibi bir sahne bu. “Gregor Samsa bir sabah devcileyin bir böcek olarak uyandı” gibi mesela. Neredeyse böyle bir cümleydi. İlk cümleden sizi sarıp sarmalayan romanlar genelde güzeldir. Sizi keyifli bir yolculuğa hazırlar. Dönüşüm romanının güzel olacağı bu ilk cümleden bellidir.

Bir kareden bu anlamlar çıkar mı? Her filmde çıkmaz. Yalnızca derin ve güçlü anlatımların, o güçlü anlatımları iyi gösterebilen marifetli oyuncuların becerisidir o. Filmi izlediğinizde o kareye tekrar döner ve çıkardığınız bu anlamları pekiştirirsiniz. O kare yukarıda zikrettiğim Kafka cümlesi gibi bir şey işte; “Aydın bir sabah devcileyin bir böcek olarak Kapadokya’da uyandı.” Kış Uykusu’nun keyifli bir yolculuk olacağını oradan hissettim.

Ne vardı o ilk sahnede? Soruyu genelleştiriyorum; Kış Uykusu’nda ne vardı? Aydın bunalımı, küçük burjuva kaçışlar, sıkışmışlık sendromu gibi klişeleri (ve bu tarz okumaları) geçiyorum. Kaldı ki filmin bunları baz alarak yapıldığını falan da düşünmüyorum. Bunlar filmin doğası gereği geçerken değinilen light motifler bana göre. Ama filmin içinde en önemsiz detaylar. Nuri Bilge Ceylan bunlardan daha gerçek, daha inandırıcı noktalardan hareket ediyor ve insanın bilinemeyen ve aslında hiçbir zaman bilinemeyecek bir varlık olduğu, o bilinemezliğin de mistisizme ya da agnostisizme düşmeden anlatılabileceğine dair derin bir çizgide kamerayı oynatıyor. Kış Uykusu’nun aurasını bu bakış yaratıyor kanımca. Sonra sahne sahne, insanın o bilinemez varlığı anlatılırken, kendini tanıyabilmek için nasıl bir çaresizliğin içinde debelendiği anlatılıyor. Ve bence en önemlisi (hatta filmi bu denli etkileyici ve güçlü kılan) bütün bu ince hat üzerinde gezerken profana düşmeden (çoğu sanat ürünü düşer çünkü o duruma), insanın o müphem sınırları içinde kalarak insanlığın evrensel hikayesinin ne kadar güzel anlatılabileceği gösteriliyor.

Nedir ki bu profan? Profanın birkaç anlamı var. İlki dünyevileştirmek, maddileştirmek diyebiliriz. Kutsal şeylere karşı saygısızca davranmak anlamına da geliyor. Bir de bayağılaştırmak ve özensizce kullanmak gibi bir anlamı var. Bütün anlamlar birbiriyle paralel. Film, işte insanın sınırsız müphemliğini, bilinemezliğini işlerken bu anlamların tuzağına düşmüyor. İnsan “kutsal” bir varlıktır diyeceksek, o kutsallığı deforme etmiyor; neden sonuç eksenli bir ufukla söylemini baltalamıyor örneğin. N. Bilge Ceylan, çaresizliğin doruklarında yaşayan insanları (evet insanları, yalnızca Aydın karakterini değil), nedenini açıklamaya ihtiyaç duymadan, o büyük çaresizlik sorunsalıyla karşı karşıya bırakıyor. Aydın ya da değil, her insanın yaşadığı içsel ya da dışsal büyük çaresizliği var o filmde. Arabanın camını kıran o çocuğun film boyunca tuhaf ve etkileyici bakışı, filmin sonlarına doğru birden sinirle müthiş bir Shakespeare tiradı okuyan saf ve naif (görünen) öğretmen, Aydın’ın ablası Necla (ve o müthiş kötülük üzerine konuştukları sarsak sahne) ve Aydın da dahil bütün karakterler insanın bilinmezliği ve büyük çaresizliği üzerine derin bir yolculuk değil de nedir?

Filmin tek tek bütün sahnelerini anlatmaya ve bu minvalde çözümlemeye gerek yok. Böyle bir derdim de yok. O müthiş para sahnesini getirin gözünüzün önüne yeter. Oradaki imamı (Serhat Kılıç), İsmail’i (Nejat İşler) ve filmin en büyük çaresizi Nihal’i (Melisa Sözen) getirin. İnsanın büyük ve trajik ikilemidir o sahne. Para alınmalıdır esasen ama işte insan hangi durumda ne yapacağı tam olarak kestirilemeyen akıl ve his paradoksu içine sıkışmış bir varlıktır. İnsanın bilinemezliği burada yatmaktadır biraz da.

Ben filmin bunu bütünüyle anlatabildiği için derin, en küçük roldeki oyuncunun bile bu derinliğin içinde kaybolduğu ve bu kayboluşu gösterebildiği için etkileyici, boşluksuz ve güçlü diyaloglarıyla derinliği ve etkileyiciliği pekiştirdiği için büyük bir anlatı olduğunu düşünüyorum. Böyle olduğunu düşündüğüm için de, (yukarıda da zikrettiğim), filmin basit bir aydın bunalımı ya da küçük burjuva dünyanın serencamı olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu temanın da artık bir bayağılaşmak anlamında profan olduğunu, filmin özenle bu bakıştan kaçtığını söyleyebilirim. Bence bu bakıştan kaçtığı için Kış Uykusu izlenmeye ve üzerinde konuşulmaya değer bir film.

Son olarak bir vurgu daha yapmak gerek kanımca. Kış Uykusu yalnızca Nuri Bilge Ceylan’ın değil bir bütün olarak Türk sinemasının doruk noktasını oluşturuyor bence. Ve aşılması zor bir nokta olduğunun altını çizmek gerek. Bu satırların yazarına göre Türk sinemasında insanı bütün yönleriyle anlatan Yılmaz Güney’in koyduğu ve aşılamayan bir çıta vardı. Kış Uykusu ile bu çıtayı Nuri Bilge Ceylan’ın devraldığını söylemem lazım.

Bir de bundan sonra Nuri Bilge Ceylan sineması diyince aklıma Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle birlikte bu filmin gelecek olmasını da (ama daha çok bu filmin gelecek olması) kendime not olarak düşüyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder